Babam bir insanı 3 yerde tanırsın demişti:
1. İçki sofrasında - herkesin bilinçaltı & adabı ortaya çıkar.
2. Tatilde / yolda - herkesin egoistlik & uyum konusunda hangi uçlarda olduğu görünür.
3. Ticarette / iş hayatında - işler sıfır noktasında herkes iyidir, para kazanılmaya başlayınca, sorumluluklar artınca, kötü olaylar başımıza gelince herkesin özündeki değerler ortaya çıkar.
18 yaşında dediğini pek anlamamıştım. Ancak yaşam yolunda ilerlerken ne demek istediğini her birinde anladım, defalarca iyi ve kötü şekillerde tecrübe ettim. Şimdi 42 yaşındayım: Hem kendi tecrübelerimden, hem de kültür programlarına liderlik ederken insanların paylaştığı tecrübelerden en çok 3. Maddede insanları & özlerindeki değerleri anlama ve tanıma şansına sahip olduğumuzu söyleyebilirim.
Değerler konusu bazen iki ucu keskin bıçak olabilir. Bazı değerlere haddinden fazla sarıldığımızda veya sadece bir boyutunu sahiplendiğimizde başka alanlarda sergilediğimiz tavırların & seçimlerin çarpıklıkları kör noktalarda kalabilir:
Tutkuyla çalışmayı sahiplendiğimizi söyleyip, insanların tutkularını söndüren iş biçimleri içinde sıkışıp, çalışanların kendi tutkularını gerçekleştirmesi için alan & imkan yaratmadığımızın farkında olmayabiliriz.
Sektörün en büyüğü olmanın peşinde koşarken ezberden çalışıp müşteriyi anlamayıp, özensiz ve anlamsız işler üreterek müşteride memnuniyetsizlik yaşatıp itibarımızdan kaybedebiliriz.
‘Asla Dedikodu yapmayız, kimsenin arkasından konuşmayız’ diyip, insanların özel alanlarına izinsiz dalarak & arkadan o kişinin mahrem alanını başkalarıyla paylaşarak dedikodunun kralını yaptığımızı veya buna yapanlara müsamaha gösterdiğimizi fark etmeyebiliriz.
İnsanların refah içinde yaşanmasını sadece maaş boyutunda sıkıştırıp, şirket dışında hizmet aldığımız insanların hakkını yemek konusunda alış-veriş dengesini nasıl bozduğumuzun ve kul hakkı yediğimiz gerçeğine, içimizdeki fırsatçı/sömürücü tarafa karşı cahil kalabiliriz. Şirket dışında çalışanların da ‘insan’ olduğunu unutabiliriz.
Ah-de-vefa duygusuna değer verdiğimizi söyleyip, çalışanın iş-yaşam dengesini bozan bir şirket gündemi yaratıp, yorgunluklarını dindirecek, tazelenmesini sağlayacak izinleri / molaları verme konusunda istekli olmayabiliriz.
Çalışanlar sözlerini yerine getirmediğinde ortalığı ayağa kaldırıp, sürekli sözleri yerine getirmeyen bir yönetici olduğumuzun farkında olmayabilir ve olsak bile ‘yönetici’ olduğumuz için buna hakkımız olduğu gibi çarpık bir düşünceye sahip olabiliriz.
‘Dengeyi korumak lazım’ı sürekli söyleyip aslında hiçbir zaman yerine getirmeyeceğinizi bilerek bir sürü söz verip, karşı tarafı kendi menfaatimiz uğruna sömürüyor olabiliriz. Hep hizmet odaklıyız diyip, kendi egoistliğimizi asla kabul etmeyiz.
Sürekli gelişmekten bahsedip, hatalarımız olduğunda onlardan ders almayıp, başımıza gelen her konuda / veya kendi yaptığımız hatalarla ilgili hep suçlu arıyor ve hiç sorumluluk almadığımızla yüzleşmiyor olabiliriz.
